Dizi dedikodusu: King The Land
Ağustos 01, 2023Başrollerini Lim Yoona ve Junho’nun paylaştığı King The Land’i ellerimi yanaklarıma koymuş “omo omoooo!!<3<3<3” nidalarıyla takip ediyorum. Daha ziyade slice of life (hayattan kesitler) tarzında, gösterişli aşklardansa samimi, derin ve karmaşık ilişkilere odaklanan dizileri tercih ettiğim için aslında bu dizi “tamm da bana göre” değil. Ama ikilinin uyumunu çok beğendim, ayrıca aşkın konsepti ve olayların gidişatı her ne kadar gerçeklikten ve mantıktan uzak olsa da ilişkinin yaşanış biçimi hakikaten çok tatlı ve çok relatable. Benim sevdiğim tarzda diziler açısından kore dizi sektörü epeydir çok kurak. Hatta beynin mantık şartellerini kapatıp öyle izlenmesi gereken (fakat yine de ayakları az biraz yere basan) tatlı/eğlenceli romcom bile bulamaz olmuştum. Bu diziye de beni Junho ikna etti ne yalan söyleyeyim. Netflix de afişe Junho’yu koyarak iyi bir tercih yapmış. Fakat diziyi bana sevdiren bilakis kötü bir performans beklerken beni şaşırtan Lim Yoona oldu.
Dizinin en sevmediğim yanı özellikle de chebol Junho’nun karakterinin inanılmaz derece içi boş yazılmasıydı. Karakterleri tanıtmaya ayrılmış ilk bölümlerde bu çok gözüme batıyor ve sinir ediyordu. Hayatta hiçbir motivasyonu ve misyonu olmayan, onu tanımlayan bir karakter özelliğinden dahi mahrum biri olarak karşımıza çıkmıştı Junho. Tek bildiğimiz chebol olduğu, annesiyle ilgili bir gizemin olduğu ve onun bu konuda hassas olduğuydu. Bir ara Birleşik Krallık’a gidip master yaptığını da gördük ama nasıl bir hayatı vardı, neden master yaptı, hayatıyla ne yapmak istiyor, nasıl biri; entelektüel mi, çapkın mı, mirasyedi mi, neden bu kadar yalnız, sonra hayatta hangi değerleri temel almış, yoksa temelsiz ve motivasyonsuzluktan depresyonda mı, hiçbiri yok bu karakterde. Dümmmmdüz. Bommmboş. Sonra sonra dizi devamlı kendisine hizmet edilmiş, hiç başkalarını düşünmesi gerekmemiş Junho’nun, maaşlı çalışanların dünyasını keşfetmesi, başkalarını düşünmeyi öğrenmesi ve bunlar eşliğinde bir yöneticilik anlayışı geliştirmesine evriliyor ki bu gerçekten çok hoşuma gitti. Çünkü yalnızca aşık olduğu kadının haklarını savunan, ona diğer çalışanlardan daha fazla imtiyaz verip salt onun refahını umursayıp tüm kaynaklarını buna akıtan bir chebol olarak kalmıyor Junho (ki çoğu chebollü romcomda dizinin romantiklik anlayışını tam olarak bunlar oluşturur). Kendini geliştiriyor, kendisinin aslında nasıl imtiyazlı olduğunu fark ediyor ve konumundan ve parasından gelen bu gücü hakkaniyetle kullanma gerekliliğinin idrakine varıyor, tüm çalışanlarının haklarına riayet edecek bir yönetimin peşine düşüyor. Tabii burada yine akıldışı mantıksız girişimleri oluyor, holdinginin bünyesindeki sadece üç çalışanın hikayesini dinleyerek onları en iyi çalışan seçip tatil hediye etmesi gibi. Fakat işte mantık şartellerimiz çoktaan kapalı olduğu için bunlara da göz yumuyor, üzerlerinde durmuyoruz. Diziye getirebileceğim bir diğer eleştiri bu mantıksızlık sınırını bazen çok zorlamasıydı. Yoona dağda düşüp kaybolduğunda Junho’nun helikopterle onu kurtarmaya gelmesi, çapkın Arap prensinin otele gelip Yoona’ya aşık olması (bakın asılması da demiyorum, aşık olması) gibi… Bu tarz senaryolar diziyi hayata dair bir şey olmaktan çıkarıp adeta bir peri masalına çeviriyor. Ayrıca, devamlı kurtarılmaya muhtaç kadınlar ve onları kurtaran fedakar mükemmel erkekler görmek de fena halde canımı sıkmaya başladı artık. Kadınlar güçlüdür, assla zor duruma düşmezler düşerlerse de kendi başlarına kalkarlar demiyorum; diyorum ki hayat müşterektir. Kimi zaman kadın zor duruma düşer, erkek elinden geldiğince yardımcı olur (fakat kurtarma değil bakın, bir sığınak/dayanak olur ne bileyim birlikte çözüm arar güç olur nefes olur), kimi zaman erkek zor duruma düşer bu sefer kadın yardıma, sarıp sarmalamaya koşar. Bu kurtaran/kurtarılan dengesi kadını pasifize ettiği gibi erkeğe de haddinden fazla bir sorumluluk ve beklenti yüklüyor aslında. Böyle büyük jestler, kocaman özverilerdense küçük rahatlatmalar, tam zamanında gelmiş destekler beni daha çok etkiliyor ve daha romantik geliyor doğrusu. Geçenlerde işyerinde yaptığım bir sakarlık “bi’şey olmaz bi’şey olmaz ben hallederim” şeklinde karşılanınca düşündüm böyle küçük ve doğal bir jestin ne kadar romantik olabileceğini. Şaşırtıcı şekilde bu tarz bir ilişkiye de yer veriyor dizi; Yoona’nın hostes arkadaşı ve onun astı çiftini ana çiftimizden daha çok sevmem de işte bu yüzden. Hem ilişkinin gayet yavaş ve hayatın akışına uyumlu olarak ilerlediğini görüyoruz, hem de sevdiğine hayran olarak, takdir ederek, destek olarak, teselli vererek, incelikli davranışlar ve sıcak bakışlarla nasıl da romantik ve samimi olunabildiğini. Bu anlamda bence izleyenlerin de kendi hayatlarından daha çok şey bulabilecekleri bir ilişki hosteslerin ilişkisi. Hayata dair olma anlamında arkadaş grubunun üçüncüsünün hikayesi de epey başarılı bence. Evlenmiş ve çocuklu olması hasebiyle toplumsal başarı basamaklarında daha yukarılarda olmasına rağmen ihmalkâr eş, kariyer ve çocuğu eş zamanlı yürütmenin zorlukları, ihmalkâr eş yüzünden neredeyse tek başına ebeveynlik yapmak gibi çok relatable ve talihsiz durumların içinde.
Asıl çiftin ilişkisinin başlangıcı ve gelişimi her ne kadar ütopik ve masalsı olsa da yaşanışı çok tatlı ve gerçekçi geliyor bana. Dizinin cazibesini de bu oluşturuyor bence. Bir kere, birliktelerken konunun konuyu açtığına, şakalaşmaların, küçük tatlı flörtlerin doğal şekilde birbirini izlediğine ikna ediyor izleyiciyi. Sevdiğini gördüğünde yüzünde oluşan o istemsiz gülümsemeyi, onu göreceği için heyecanla işyerine gitmeyi, sevgiye dair heyecanları kalp çırpıntılarını sevinçleri çok güzel geçiriyor. Özellikle Lim Yoona’nın doğallığı, Junho’ya yaptığı muziplikler, tatlılıklar, tatlı utangaç gülümsemeleri beni bitiriyor. Sevgisini gösteren de yalnızca çiftin erkeği değil bu arada, erkek daha çok seviyor gibi gözükse de Lim Yoona da sevgi jestlerini ihmal etmiyor (çoğu romcomu hatırlayın; ilk sarılan erkek, öpen erkek, çıkma teklifi eden erkek, romantiklikler yapan erkek. Kadın hep alıcı konumunda). Gerçekten o kadar gerçekçi hissettiriyor ki, Yoona’nın karakterine de oyunculuğuna da bayıldım. Tek eleştirim herhalde dizide onu hangi stilist giydiriyorsa ona olabilir. Çiftin arasındaki ilişkide bir diğer sevdiğim şey de yanlış anlaşılmalar sarmalında yuvarlanmıyor oluşları oldu. Dizinin son bölümlerine geldiğimizde anlamsız ayrılıp barışmalar olur mu bilemem, fakat şu zamana (10.bölüm) kadar aralarındaki ufak tefek küskünlükleri konuşarak ve olgunlukla çözdüler. Yani ne ufak tefek küskünlerin, alınganlıkların dahi olmadığı yapay bir mükemmelliği var ilişkilerinin ne de ikili empati yapamayacak, özür dileyemeyecek kadar olgunluktan yoksun. Bu sağlıklı denge tam bal kıvamı veriyor ilişkilerine. Velhasıl, ben diziyi gerçekten sevdim. Kore dizilerine ara vermiştim, tek tük sevebileceğim tarzda şeyler bulabiliyordum. King The Land benim gibilere taze kan olarak dolaşıma girmiş bulunmakta.
0 comments